“... Yollar neden bitmez? Biz öyle zannederiz. Gideceğimiz yere varınca biter. Asıl mesele yola çıkabilmektedir.” Fikret Adil
Üzerinde siyah yazılarıyla sarı-yeşil tabelayı görünce yeni bir yer keşfetmenin heyecanıyla direksiyonu kırıyoruz. Bir süre devam eden yol ansızın bitiyor ve patikaya dönüşüyor. Bir karayolunu veya turistik yöreyi gösterir sandığımız tabela Türkiye’nin en uzun trekking parkuru olan ‘Likya Yolu’nu gösteriyormuş oysa ki...
Likya Yolu Garanti Bankası’nın 1996’da düzenlediği ‘Yarına Dört Işık’ yarışmasında çevre dalında ödül kazanan bir proje. İngiliz vatandaşı Kate Clow’un yıllar süren özverili ve titiz çalışmasının sonucu ortaya çıkan proje, Fethiye-Antalya arasında 509 kilometreyle dünyanın en uzun on trekking parkurundan biri. Bir kısmı halen kullanılmakta olan eski göç yollarından oluşan yürüyüş rotası, 18 likya kenti ve yeşille mavinin birbirine karıştığı doğal güzellikler içinden geçiyor. Baştan sona uluslararası işaret sistemiyle (Grand Randonne) ve tabelalarla belirlenmiş olan bu doğa ve kültür rotasını dileyen herkes kolaylıkla yürüyebilir.
Güneşin gökyüzünde gülümsediği bir bahar sabahı, Ovacık’tan Ölüdeniz’e inen yolun sol tarafındaki ‘Likya Yolu 509 km.’ yazılı başlangıç tabelasının önündeyiz Metin ve Barış’la birlikte. Bizi tarihin ve doğanın kucağına götürecek olan kırmızı-beyaz işaretlerin peşine düşüyoruz heyecanla. Yüzyıllardır dağ köylülerinin Fethiye’ye inmek için kullandıkları taş döşeli patikadan yükseliyoruz yavaş adımlarla. Arkamızda nefesleri kesen bir panorama beliriyor. Ölüdeniz’in kartpostallara poz veren altın rengi hilali, Gemiler adası, İblis ve Kurtoğlu burunları arasında bir gölü andıran Fethiye körfezi... Havada süzülen yamaç paraşütçülerine selam verip Faralya’ya doğru devam ediyoruz. Barış bir ağaca tırmanıp bize muşmula ziyafeti çekerken, önümüzdeki uçurumun kenarından vahşi doğasıyla Kelebekler Vadisi beliriyor. Öğle molasının ardından hedefimiz Kabak koyu. Bir tarafımızda çam ağaçları diğer yanda Akdeniz, patikada ilerliyoruz. Gün batmaya hazırlanırken ağaçların arasından tüm bakirliğiyle Kabak (Gemile) koyu görülüyor. Ayaklarımızı ayakkabıların zulmünden kurtarıp bedenlerimizi serin sulara bırakıveriyoruz.
Üzerinde siyah yazılarıyla sarı-yeşil tabelayı görünce yeni bir yer keşfetmenin heyecanıyla direksiyonu kırıyoruz. Bir süre devam eden yol ansızın bitiyor ve patikaya dönüşüyor. Bir karayolunu veya turistik yöreyi gösterir sandığımız tabela Türkiye’nin en uzun trekking parkuru olan ‘Likya Yolu’nu gösteriyormuş oysa ki...
Kelebekler Vadisi |
Güneşin gökyüzünde gülümsediği bir bahar sabahı, Ovacık’tan Ölüdeniz’e inen yolun sol tarafındaki ‘Likya Yolu 509 km.’ yazılı başlangıç tabelasının önündeyiz Metin ve Barış’la birlikte. Bizi tarihin ve doğanın kucağına götürecek olan kırmızı-beyaz işaretlerin peşine düşüyoruz heyecanla. Yüzyıllardır dağ köylülerinin Fethiye’ye inmek için kullandıkları taş döşeli patikadan yükseliyoruz yavaş adımlarla. Arkamızda nefesleri kesen bir panorama beliriyor. Ölüdeniz’in kartpostallara poz veren altın rengi hilali, Gemiler adası, İblis ve Kurtoğlu burunları arasında bir gölü andıran Fethiye körfezi... Havada süzülen yamaç paraşütçülerine selam verip Faralya’ya doğru devam ediyoruz. Barış bir ağaca tırmanıp bize muşmula ziyafeti çekerken, önümüzdeki uçurumun kenarından vahşi doğasıyla Kelebekler Vadisi beliriyor. Öğle molasının ardından hedefimiz Kabak koyu. Bir tarafımızda çam ağaçları diğer yanda Akdeniz, patikada ilerliyoruz. Gün batmaya hazırlanırken ağaçların arasından tüm bakirliğiyle Kabak (Gemile) koyu görülüyor. Ayaklarımızı ayakkabıların zulmünden kurtarıp bedenlerimizi serin sulara bırakıveriyoruz.
Sabah, hedefimiz orman içindeki dik ve zorlu patikadan tırmanarak Alınca’ya varmak. Kartalçimen tepesinden kuşbakışı baktığımızda güneşi yansıtan dalgaların kıyıya vuruşunu ve çam ağaçlarının arkasına saklanmış kumsalı görüyoruz. Küçük bir çay molasının ardından Balartlı kumsalı ve Yediburunlar manzarası eşliğinde yürüyüşümüze devam ediyoruz. Dağların arasına saklanmış Sidyma antik kentini gezip Bel mahallesindeki boş bir evin terasında geçiriyoruz geceyi.
Delikkemer - Patara |
Sivrisineklerin taaruzuyla geçen uykusuz gecenin ardından Xanthos’a su taşıyan arkın üzerindeyiz. Zamana inat hala ayakta duran üç su kemerinin arkasından pembe-beyaz zakkumlarla süslenmiş patika bizi İnpınar’a, köylülerin deyişiyle ‘suyun gözü’ne ulaştırıyor. 12 m. uzunluğunda 1,5 m. yüksekliğindeki su tünelinin hala sulama amacıyla kullanılması şaşırtıyor bizleri. Tarihin gizemli soluğu suyun sesine karışıyor...
Ertesi gün Akbel’den başlayan yürüyüşümüz makiler arasında beliren Kalkan koylarının eşsiz manzarasıyla sürüyor. Yüzyıllarca önce Patara kentine su getirmek için ortası delik kaya blokların birbirine geçmesiyle yapılan Delikkemer, zamanının çok ilerisinde bir mühendislik harikası. Suyun engebeli araziyi aşabilmesi için ‘basınç odaları’ tekniği kullanılmış. Güneşi, bedenlerimizi serinletemeyen sığ sularıyla Patara kumsalında batırıyoruz.
Artık denizden bir süre ayrılıp yükseklere tırmanma zamanı. Köylülerin yazın yaylaya çıkmak için kullandıkları eski göç yolundan, Kalkan ve 18 km.lik Patara kumsalını aşağılarda bırakarak döne kıvrıla ilerliyoruz. Yüksek yaylaların serinliği bizi güneşle dost kılıyor artık. Bezirgan köyü girişinde Likya lahitleri formunda ve çatıları üçgen biçimindeki tahıl depoları ilgimizi çekiyor. Kültürel bir anıt niteliğindeki bu tahıl ambarlarının en önemli özelliği, hiç çivi kullanılmadan ahşap parçaların birbirine geçmesiyle yapılmış olmaları. Kaputaş sahiline inen vadiyi teğet geçip Sarıbelen üzerinden Gökçeören’e yol alıyoruz. İlerideki ağılın sahibi Hüseyin Dayı biraz soluklanmamız için konuk ediyor bizi. Kızı Fatma’nın becerikli elleriyle yaptığı ayranları yudumlayıp, bahçedeki ağaçlardan topladığımız bademleri tadıyoruz. Gökçeören köyü girişinde, soğuk sularıyla serinlediğimiz kuyuların yanıbaşına çadırlarımızı kuruyoruz hemen. Köylülerin konukseverliği inanılmaz, ısrarlı davetlerini kabul edip çaya misafir oluyoruz.
Xanthos |
Bir günlük dinlenme, dostların sıcak sohbeti ve yeniden yolculuk başlıyor... Limanağzı’nın gündelik konukları tatilciler henüz gelmemiş. Kayalıkların keskin yüzeyinde zorlukla yürüyerek kıyı kıyı ilerliyoruz. Üzümlü koyuna geldiğimizde kayaların arasında nasılsa kendine yol bulmuş yalnız bir palmiye ağacı ve tepede gözüken kelebek biçimindeki kale surları dikkat çekiyor. Peynir gibi gözenekleri olan keskin kayalıklardan sonra nihayet traktör yoluna çıkıyoruz. Apollania ve Sıcak yarımadası üzerindeki Aperlai antik kentleri, bir kaçı denizin içinde olmak üzere sayısız kırık dökük lahit... Belli ki Aperlai de Kekova gibi depremler sonucu sular altında kalmış. Kıstağın diğer ucundaki restaurantın tahta döşemelerine uyku tulumlarımızı sererek geceliyoruz. Kurbağa seslerine ve yorgunluğun verdiği sızılara rağmen uykunun sıcacık kolları hemen sarıyor bedenlerimizi.
Ertesi gün teknelerin hayli kirlettiği gri denizi ve keçiboynuzu ağaçlarıyla karşılıyor bizi Üçağız. Gözlemeli nefis bir kahvaltı sonrası Teimussa kalıntılarını geziyoruz. Önümüzdeki tepede Simena kalesi yükseliyor. Yeniden yollardayız. Gökkaya koyunda peşimize takılan çoban köpeği, İstlada ören yerine kadar rehberlik ediyor biz Likya yolcularına. Çakıl plajının yeşil suları ve Çayağzı (Andriake) kumsalının ardından kahinler şehri Sura’dayız. Söylenceye göre, deniz suyu dolu bir havuzun kenarına gelen kişiler ellerindeki şişlere geçirilmiş etleri havuza atarlar, kahinler de etleri yemek için su yüzeyine çıkan balıkların cinsine ve davranışlarına göre kişinin geleceğini söylerlermiş.
Likya’nın görkemli kentlerinden biri olan Myra’yı dolaşıp seralar diyarı Demre’den ayrılıyoruz. Artık yolculuğun en zorlu kısmı başlıyor. Issız patikaları izleyerek, 1700 m. rakımlı Eren ve Alaca tepeye çıkıp tekrar deniz seviyesine ineceğiz. Kutluca’dan yükselmeye başlayıp, sarp bir vadideki Alakilise harabesinin yorgun gövdesinde dinleniyoruz biraz. Yol, yanmış makiler ve katranağaçları arasından hatırı sayılır bir eğimle tırmanıyor. Patikayı bir kaybedip bir bularak kırmızı-beyaz işaretlerle saklambaç oynuyoruz sanki. Yorgunluğa inat Papazkaya’yı arıyoruz alacakaranlıkta. Burası 43 kaya merdivenle çıkılan, kartalları kıskandıracak yükseklikteki küçük bir mağarada yüzyıllar önce inzivaya çekilen bir papazın mekanı. Kafa fenerlerimizi takıp son gücümüzle Erentepe’deki kuyuyu bulmaya çabalıyoruz kamp için. Şanslıyız, çobanlar çıkıyor karşımıza. Belki de dünyanın en güzel çayını ikram ediyorlar bize, közde sucuk eşliğinde sohbeti koyulaştırıyoruz.
Çoban köpeklerinin sesleriyle uyanıyoruz sabah. Uyku mahmurluğundan olsa gerek sedir ormanı içindeki patikayı bir kaç kez kaybettikten sonra, Karlıöz zirvesinin altındaki Şahintepe mevkiinde inanılmaz bir manzara soluğumuzu kesiyor: Kızlarsivrisi, Gelidonya Feneri, Kekova, Demre... Alaca tepenin yazlık misafirleri yaylacılar henüz göçüyorlar. Dağ rüzgarlarına kuş ve keçi sesleri karışıyor. Likya ülkesini anlatan kitapların hiçbirinde adı geçmeyen Belos harabelerindeki sırttan, Beymelek dalyanı, Demre ve Kekova’yı selamlayıp, portakal diyarı Finike’ye ulaşıyoruz.
Bir sonraki gün, Mavikent ayrımında, pencereleri sardunya saksılarıyla süslü ahşap evlerin arasından yürüyüşe başlıyoruz. Çam ağaçlı asfalt bir yoldan Papaziskelesi’ni ve sevimsiz sitelerle dolu Karaöz köyünü geçip, doğanın armağanı Korsan Koyu’nda yüzme molası veriyoruz. Az sonra fıstık çamları içinden geçerek Antalya körfezinin en batı noktasındaki Gelidonya (Taşlık Burnu) Feneri’ndeyiz. Fener bekçisinin oğlu Mustafa, kırk yıllık dost gibi karşılıyor bizleri. Ağaçların gölgesindeki çardağa matlarımızı seriyoruz. Mustafa feneri yakıp köyüne dönüyor. Etrafta inanılmaz bir sessizlik var, duyulan sadece rüzgarın fısıltısı... Karşımızda Beşadalar kararırken, güneş renk cümbüşleri yaratarak denize kavuşuyor. Keşke zamanı durdurabilsem...
Adrasan |
Sabah yola koyulduğumuzda, iki alternatif patika çıkıyor karşımıza. Önce kıyı boyunca ilerleyen patikayı seçip, diğerini bir gün sonra denemeyi kararlaştırıyoruz. Tekirova’ya kadar Akdeniz’in maviliği ve Üçadalar bize eşlik ediyor. Bir başka Likya kentinde; kayalık bir yarımadanın çevresinde üç doğal liman üzerine kurulmuş Phaselis’teyiz... Ucuz bir hediyeyi çağrıştıran “Phaselis’lilerden bir ikram” deyişinin, Rodos’lu göçmenlerin başkanı Lacius’un, arazinin asıl sahibi olan çoban Kylabros’a bu yer karşılığında tahıl ve tuzlanmış balık vermesinden kaynaklandığını öğreniyoruz ören yeri bekçisinden. Asfaltın kenarındaki sarı-yeşil tabeladan patikaya giriyoruz. Portakal bahçeleri, incir ve nar ağaçlarıyla süslenmiş bu yol, ‘Şeytan kayalıkları’nın kenarından Kuzdere’ye getiriyor bizi. Likya’nın kuzeye açılan kapısı Kesme Boğaz vadisinde bir süre yol alıp, eski Roma köprüsünün altından Kesme Çay’ın buz gibi sularına atıyoruz kendimizi.
Yeniden Çıralı’dayız. Eski zamanlarda gemilere yol gösteren ikinci yanartaşın bulunduğu sırttan üç kilometrelik kumsal ışıl ışıl parlıyor. Dere yatağından Ulupınar’a, üzüm bağları arasından tırmanarak Yukarı Beycik’e geliyoruz. Yorgunuz ama devam ediyoruz yola. Son su kaynağı ‘havuz’dan mataraları doldurup, çam ormanı içindeki patikaya yöneliyoruz. Bitki örtüsü kayboluyor, çıplak ve taşlı bir arazideyiz artık. Dik yamaç bir türlü bitmek bilmiyor, en iyisi zirve inadından vazgeçip bir kar kuyusunda gecelemek.
Tahtalı Dağı |
Yorgun uyandığımız sabahın ardından Göynük yolundayız. Bol iniş-çıkıştan sonra Gölbastı yaylasına geliyoruz. Henüz kimsecikler yok, sessizlik ve yeşil renk hakim tüm yaylaya. Dere yatağından Göynük vadisine giriyoruz. Birkaç dere geçişinden sonra küçük şelalelerle balkonlar yapan su artık geçit vermiyor. Akarsu yatağından ayrılan patika tepelere doğru kıvrımlar yapıyor. Son tırmanış noktasında tüm vadi önümüze seriliyor. Geceyi vadi çıkışındaki pansiyonlardan birinde geçiriyoruz.
Son günümüz... Göynük deresinden başlayıp önce Delikdağ, ardından Elmayani çeşmesine geliyoruz. Tırmanış son derece yorucu, sanki toprak ayağımızın altından sürekli kayıyor. Yine birkaç kez işaretleri kaybediyoruz. Sarıçınar vericisinin bulunduğu tepeden Antalya ve Kemer’i seyrederken Ahmet Dayı’nın ikram ettiği adaçaylarını yudumluyoruz. Son 5 km.yi traktör yolundan inip Hisarçandır’daki varış tabelasına geliyoruz, yorgun fakat mutlu. Artık düş bitti...
‘Işık Ülkesi’ Likya, doğanın ve tarihin koynunda saklanan bir mücevher gibi. Büyük kentlerin mekanik seslerinden kaçıp yüreğine yolculuk ateşi düşürenler için, dağların zirvelerinden orman içlerine, ırmak kenarlarından ıssız koylara uzanan bu coğrafyada keşfedilecek çok şey var.
Atlas Tatil Dergisi, Temmuz 2005
Fotoğraflar İçin Tıklayınız
Parkurların GPS Koordinatlarını İndirmek İçin Tıklayınız
Likya Yolu ile ilgili detaylı bilgileri Kate Clow'un sitesinde bulabilirsiniz.